Eski kocakarılar” aranıyor!
Her sabah Türk televizyonunu açarken “Acaba bugün hangi
meşhur adamın adını banka operasyonları bahsinde duyacak, adliye veya savcılık
kapılarında beklerken yahut sivil polisler arasında götürülürken göreceğiz?”
diye meraklanır, endişelenir olduk. Olan bitenlerden irkiliyoruz, şaşırıyoruz.
Bu ne iştir? Memleketin itibarlı isimleri adi suçlardan birer birer
kelepçelenmekte.
Peyami Safa’nın 1958 yılında yazdığı nefis bir yazısı var,
başlık “Eski Kocakarılarımız.” Gelin beraber okuyalım:
Bir kocakarı arıyorum. Fakat yenilerden değil, eskilerden.
Bir bulsam hemen elini öpeceğim. Hem hayır duasını alacağım, hem de geçenki
hastalığımdan sol kalçamda kalan siyatik ağrısına bir ilaç soracağım. Yer
yüzünde bu illete karşı bulunmuş ne kadar tedavi şekli varsa hepsine başvurdum,
fayda vermedi. Tıp denilen ilim koleksiyonu (fizyoloji, biyoloji, patoloji,
fizik, kimya, anatomi, andokrinoloji) pek çok şey bilir. Hücrelerin iç
yapısına, dokuların o harikulade mimarisine, kanın karmakarışık terkibine,
adalelerin ve sinirlerin durumlarına ve işleyişlerine, iç ve dış organların
rolüne dair nokta nokta, lif lif, bölge bölge bilmediği yoktur. Fakat nezleden
kansere kadar birçok hastalıkların ne menşeini bilir, ne tedavisini. Çok defa
elindeki o mütekamil cihazlar, yerli ve yabancı sayısız müstahzarlar, kütüphaneler
dolduran cilt cilt kitaplar bir aksırığın karşısında aciz kalır.
Kocakarı bunların hiçbirini bilmez, fakat şifanın yolunu
bilir. Hastalığınızın arazını dikkatle dinler. Sizi ne röntgene, ne kan ve
idrar tahliline, ne elektrokardiyograma, ne de elektroansefalograma gönderir.
Kupkuru yüzünde budak gibi şişmiş göz kapaklarını açıp kapadıktan sonra:
“Oğlum” der, “bugünden tezi yok, Mısır Çarşısı’na
gideceksin. Şunu şunu alırsın, temiz bir kapta bir güzel kaynatırsın. Bir
tülbenti dörde katlar, üstüne onu sürersin. Beş dakika beklersin. İlaç
ılıdıktan sonra hasta olan yere koyarsın. Üç defa bunu yap, birşeyciğin
kalmaz.”
Bazen kocakarı buna da lüzum görmez. Hastalıklı yere okur,
üfler. “Geçmezse yüzüme tükür.” diye bir de iddiaya girer. Her iki halde de para
veya hediye almaz. Çünkü kocakarı Allah’a inanır ve kazandığı sevap ona yeter.
Kocakarı ajans muhabiridir. Mahallenin en gizli hadiselerini
o duyar. Bazen devlete ait esrarı da duyar. Dedikoduyu sevmesi laf kapmak
içindir.
Kocakarı din hocasıdır. Ezberinde nice nice dualar ve din
ulularının öğütleri vardır; bunları yerinde kullanır; aile kavgalarını,
iftiraları, kötülükleri önler.
Kocakarı diplomattır. Siyasi meselelerde parmağını asıl
amilin üstüne basar. “Ah, o kafir İngiliz, bütün bunların sebebi odur.” der.
Kocakarı enerji okuludur. Etrafına daima hamle ve cesaret
verir. “A!.. Kızım, kendini böyle bırakma, kalk, davran, yüzüne soğuk su serp,
fırla, dediklerimi yap!” diye bağırır. Kurumuş ağaç gibi çentikli, yamrı yumru,
çarpık vücudunda gençlere taş çıkartan bir enerji kaynağı vardır. Sokağa bir
fırlarsa yedi mahalleyi dolaşır, haksızlıklara isyan eder, bağırır, çağırır,
gençlere daima öğüt verir, muhtaçlara yardım eder, acizlerin kılavuzudur.
Şimdi onlardan kaldı mı bilmiyorum. Bugünkü yaşlı hanımlarımız
az çok bilgi sahibi oldukları için insiyakla tecrübenin verdiği olgunluğu bozan
aklın kahyalığına esirdirler.
Ah eski kocakarılarımız! Neredesiniz? Şimdi olsaydınız,
benim ağrıma da Kıbrıs meselesine de mutlaka çare bulurdunuz.
Peyami Safa gibi, pozitif ilimlerde nice ünvan sahibinden
daha derin bilgilere sahip bir fikir adamı, bir yazar, belli ki, hem şahsi hem
milli dertlerden bunaldığı bir vakitte iman, iz’an, hikmet, feyz sahibi eski
kocakarılardan imdat ummuş. (Onun eski kocakarılarını, televizyon yapımcılarımızın
üstün görüntüleme ve seslendirme teknikleri ile ekranlara getirdiği üçkağıtçı
ve düzenbaz, cincilerle, kuyucularla, üfürükçülerle karıştırmayın) Biz de bir
kargaşa dönemi yaşıyoruz. Okullarda türbanlar, cezaevlerinde isyanlar, derken
bankaların içini götürenler... Madem ki idareciler hakkından gelemiyor,
memleketimizin içinde bulunduğu vaziyeti kocakarılara havale etsek diyeceğim
ama yazarımızın dediğine göre 1958’de bile nesilleri tükenmiş. Şimdi nerede
bulacağız?
Kangren tehlikesi
Vücudun herhangi bir bölgesindeki dokuların ölmesi sonucu
ortaya çıkan duruma “Kangren” denir. Yaş ve kuru olmak üzere iki çeşittir.
Kangren olan bölgede, kızarma ve büzülme görülür. Sonra ölü
doku ile sağlıklı doku arasında ayırıcı bir bölge meydana gelir.
Vakit geçirmeden müdahale etmek gerekir. Doktora gidinceye
kadar aşağıdaki reçeteler uygulanabilir.
* 4 bardak suya; 5 adet lahana yaprağı konur, kaynatılır.
Yapraklar sıcak sıcak kangrenli yere sarılır.
* 4 bardak suya; 2 avuç papatya çiçeği konur. Kaynatılıp lapa
yapılır. Sonra, kangrenli yere sarılır.
*6 bardak suya; 1 su bardağı dolusu toz şeker ve 2 kahve
fincanı kına konur. Kaynatılıp, süzülür. Her gün, birer çay bardağı içilir.
Amerikada Kocakarı İlaçları
Amerikan piyasasında bir iki yıldır değişik tedavi usulleri
sağlayan aletler, malzemeler satılıyor. Kimyevî, sunî ilâçlardan bunalan
insanlar artık tabiî metodlara koşar oldu. Bitkilerden yapılan ve Uzak Doğu
menşeli olarak tanıtılan haplar, şuruplar, çaylar pek gözde. Ama benim söz
konusu edeceğim onlar değil. Onlardan da yenisi "soundteraphy" ve
"aromateraphy" denilen bir tedavi metodu var şimdi. Yani "ses
tedavisi" ve "koku tedavisi". Her türlü hastalığa sinir
bozukluklarının, gerginliğin, psikolojik sarsıntıların sebep olduğu fikrinden
hareketle insanı rahatlatma amacına yönelik bir tedavi bu.
Önce koku ile tedaviye bakalım. Piyasada çeşit çeşit aletler
satılıyor. Meselâ, altında minik bir mum yanan zarif tabaklar ve yanında
şişeler... Yahut elektrikli küçük, sevimli bir kandil ve yanında yine şişeler.
Şişelerin her birinin içinde muhtelif bitkilerden, çiçeklerden elde edilmiş
yüzde yüz saf yağlar. Bu takımı satın alıp kandilin yahut tabağın içine
şişelerden birinden biraz yağ dökeceksiniz. Altındaki mumu yakacaksınız yahut
elektriğe takacaksınız. Isının tesiriyle yavaş yavaş yayılan koku sizi
rahatlatmaya başlayacak. Piyasadaki en kaliteli koku tedavisi malzemesi bunlar.
Eski kültürümüzdeki buhûrdanlar, "kocakarı ilâcı" hükmüne lâyık
gördüğümüz tütsüler ailesinden olsa gerek. Sonra kokulu mumlar, banyo suyuna
konacak kokulu yağlar, sabunlar satılıyor. Kokulu banyo yağları, sabunları
eskiden beri var ama bu yeni çıkanların ihtiva ettiği saf, sulandırılmamış,
sentetik maddelerle karıştırılmamış usârelerden elde edilen kokularda tedavi
özelliği var imiş! Fark bu noktada. Değişik bitkilerden elde edilen kokuların
insan beynindeki değişik merkezleri etkileyip tedaviye hizmet ettiği
söyleniyor. Meselâ, sadece lavantadan elde edilen usârenin titremelere,
çarpıntılara, hezeyanlara, sinir gerginliklerine, ağrılara, mikroplara karşı
etkili olduğu bildirilmekte. Daha ne olsun? Burnumuz 100 bin çeşit kokuyu
algılayabilme kapasitesine sahip imiş, ama bu duyumuzu şimdiye kadar yeterince
değerlendirememişiz. Burnumuzun kadrini bilememişiz, üstelik küçümsemişiz.
Aromateraphy, aslında yeni bir metod değil. Binlerce sene önce Mısır'da ve
Hint'te bu usulün kullanıldığı biliniyor. Modern dünya bu eski âdeti yeniden
keşfetti.
Ama henüz limon kolonyasını keşfedemediler. Limon
kolonyasının tedavi edici özelliği yabana atılır mı?
Soundteraphy'ye, ses ile tedaviye gelince.... Burada su sesi
ön planda. Asırlar önce ecdadımız akıl hastalarını su sesi ile tedavi ediyordu
ya! Kulağa gelen seslerin de psikoloji üzerinde etkisi var diyorlar. İnsanı
delirten sesler var, dinlendiren sesler var. Meselâ elektronik saatler çıktı
piyasaya, hafızasında 12 çeşit su sesi. Fişe taktığınızda ardarda başlıyor:
Fırtınalı havada okyanus, hafif rüzgârlı havada okyanus, dağdaki kaynak,
ovadaki dere, şadırvan, çağlayan... Ayrıca şimşek, gökgürültüsü, yağmur
sesleri, kuş sesleri. Sadece bu seslerle doldurulmuş kasetler, CD'ler var.
Sonra odanızın bir köşesine, masanızın üzerine konacak çeşmeler satılıyor. Kimi
bakırdan, kimi alçıdan, kimi alüminyumdan, kimi taştan, boy boy, renk renk,
şekil şekil çeşmeler. Bazıları bildiğimiz -ve beğenmediğimiz- tulumba...
Onların da fişini elektriğe soktuğunuzda şırıl şırıl bir su sesi başlıyor.
Haznelerindeki mevcut su devr-i daim ederken kulaklarınız şırıltılarla doluyor.
Artık hangi dükkâna girseniz ortalıkta bir şırıltı, bir
koku. Üzerinizde bir gerginlik, sıkıntı varsa, hafakanlar basmışsa hemen atın
kendinizi mağazalardan birine, bu malzemenin satıldığı reyona gidip seslere ve
kokulara bırakın kendinizi. Belki o kadar rahatlayacaksınız ki, minnet ifadesi
olarak satılanlardan birini alıp da çıkacaksınız dükkândan. Onların da
beklediği bu zaten.
Memleketimizde, Ankara başta olmak üzere büyük
şehirlerimizdeki vatandaşlarımızın rahatlamasında, gevşemesinde,
sakinleşmesinde, evhamlardan, psikozlardan, nevrozlardan korunmasında bu çeşit
malzemenin işe yarayacağına inanan varsa daha fazla bilgi için benimle irtibat
kurabilir. Fertlerdeki -hele herkesin tanıdığı fertlerdeki- bazı ruhî
rahatsızlıkların toplum sağlığını da menfî yönde etkilediği, topluma sirâyet
ettiği, fizikî sonuçlar doğurduğu meydanda. Her psikolojik rahatsızlık ses
tedavisi ile koku tedavisi ile giderilemez ama denemekte ne zarar var?! Hem,
doktor reçetesi de gerekli değil, yan tesiri de yok!
Cehalet tedavileri
Güneydoğu'da batıl inançlardan kaynaklanan yanlış tedaviler,
insan yaşamını tehlikeye sokuyor.
Sağlık konusunda kulaktan dolma bilgilerle evlerde uygulanan
tedavi yöntemleri, insanları ölüme ve sakatlığa mahkûm ederken, doktorları da
güç durumda bırakıyor.
Batman Devlet Hastanesi Başhekimi Dr. Zafer Beken, yörede
1500 hasta üzerinde yaptığı araştırmada ilginç bulgular elde etti. Beken'in
derlediği, yörede uygulanan ilkel tedavi yöntemleri şöyle:
İshal olan hastalara bol su içirilmesi gerekirken, az su ve
katı yiyecekler veriliyor.
Yanıklar üzerine salça ve diş macunu sürülüyor.
Sarılığa yakalanan, berbere gidiyor ve ustura ile dil altını
kestiriyor.
Sarılığa yakalananlar korkutularak ve tokatlanarak
hastalığından kurtulduğuna inanılıyor.
Açık yaralara hayvan pisliğinin iyi geldiği sanılıyor.
Yine açık yaralara yumurta akı, şalgam ve hayvan derisi
bağlanıyor.
Kızamık ve kızılcık gibi hastalıklara yakalananların sıcak
ortamda tutulması zararlıyken, bunun iyi olduğu sanılıyor.
Anne bebeğini düşürmek için tütsü yaptırıyor, sabun
kullanıyor.
Çocuğu olmayanlar cinci hocalara giderek göbeklerine yazı
yazdırıyor.
Aniden fenalaşan çocukların Dolunay hastalığına
yakalandığına inanılarak, tencere dibindeki is, çocukların alnına ve ayaklarına
sürülüp, Dolunay'ın etkisinden kurtarılmaya çalışılıyor.
Tıpta üçüncü dönem
Bir zamanlar tedavi için varsa yoksa eczane ilaçları söz
konusuydu. Hemen neredeyse her doktor, her hastaya torba torba ilaç yazardı.
Halk gözünde en çok ilaç yazan doktor, en iyi doktordu. Bu yüzden doktorlar
doldurmak zorundaydılar. Dünyanın parasını tutan bu ilaçlardan bir kısmı
kullanılır, kalanı bir zaman sonra “günü geçmiş” diyerek çöpe atılırdı.
İşin garibi doktora gidip ona inanmayan hasta psikolojisiydi
Yıllar yılı milyar dolarlar, tekel halini almış yabancı ilaç
fabrikalarına aktı..
Telkin ve tavsiyeler göre tek şifa kaynağı eczane
ilaçlarıydı.
Otlarla tedavinin adı “kocakarı ilacı” dua okumanın adı ise
“üfürükçülük”tü.
En azından 20 nesil bu şekilde ziyan gördü.
Sonunda batı nebatlarla tedaviye, tabiata döndü. Bu dönüş,
bizde ilk zamanlar görülemedi.
İlk teşebbüsler yasaklarla engellendi. Alternatif tıbbi
malzemeler bizde aktar dükkânlarında yasaklanırken, Avrupa’da eczanelerde
satılmaktaydı. Sonunda bizde de meşruiyet kazandı. Ne var ki bu yolu da yabancı
firmalar kapatmış durumda, aslan payı yine dışarı gidiyor.
Birkaç yıl evvel otlarla, bitkilerle tedaviye dair
yazmıştık. O yazıda eczane ilaçlarından otlarla tedavi dönemine geçildiğini
bunu duayla tedavi döneminin takip edeceğini dile getirmiştik. Hatta geçen
hafta Antalya’da bu fikrimizi bazı okur-yazar insanlarla paylaşmıştık..
Akıl için yol bir.
İşte gazete manşetleri.
İşte dünyadan uzman doktorların dedikleri. Kanser ve kalb
hastalıkları için duayla tedaviye başlanıyormuş. Amerika’da bu yolla çok iyi
sonuçlar alınmış. Bunun üzerine Türkiye sağlık bakanlığı da harekete geçmiş.
Konuşturulan doktorlar hastalara dua etmelerini tavsiye etmekteler. Tıp
fakültelerinde otlarla tedavi ve hastaya dua telkini mevzuunda dersler
konulacağından söz edilmekte. Tabii ki dinden din adamından istifade edilmeli.
Geç bile kalındı. Tabiat boşluğa müsaade etmez. Hintli, Çinli, Koreli bir çok
misyoner, terapi, yoga vs gibi sihirli kelimeler adı altında hem vatandaşları
yolmakta hem de propaganda yapmaktalar.
Alternatif tıp, dua derken eczane ilaçlarından vaz mı
geçelim diyoruz? Hayır. Modern tıbbın insanlığa hizmet için nasıl çırpındığını
ve ne muazzam mesafeler aldığını görmemek mümkün mü? Buna rağmen bu tıbbın
çaresiz kaldığı ânlar, hastalıklar ve vak’alar olabilmektedir. İşte böylesi
durumlarda otlardan faydalanmak duanın gücünden yararlanmak mümkündür.
Keşke bunu Amerika, Avrupa yaptığı için yapmasaydık.
Çok önceden kendi ilmimiz, kendi şahsiyetimizle
gerçekleştirebilseydik.
Ne yazık ki tek tipçi zihniyet sağlıkta dahi on yıllarca
baskı uyguladı. Hastası için çırpınan bir hekim onunla konuşurken “Allah,
şifalar versin” dahi diyemedi. Bu kadarcığını diyenler dahi kara listeye girer,
akademik hayatları tehlikeye düşerdi.
Otlar, nâ ehil ellere kalınca kocakarı ilaçları denmişti.
Dua nâ ehil dillerde temsil edilince üfürükçülük dendi..
Fakat tıpta da büyük hatalar işlendi..
Her ne ise yanlışın neresinden dönülse kârdır.
Ama şu da bir acı hakîkat:.
Ağzı dualı eli şifalı insanlar o kadar azaldı ki.
Şimdi yapılması gereken şudur, modern tıbbın vardığı ileri
teknoloji ile yer yüzündeki nimetlerle yüce Allah’ın duada saklı kudretini
birleştirmek.
Tıbbın hedefi tektir:
Hastayı iyileştirmek.
Yulaf vücudu zehirli metallerden temizliyor
Rus bilim adamları, yulafın vücudu ağır metallerden
temizlediğini ortaya çıkardı. Alman Bild der Wissenschaft Dergisi'nde yer alan
habere göre, yulafın içindeki maddeler, zehirli kurşun, kadmiyum ve krom gibi
ağır metallerle birleşip vücuttan atılmasını sağlıyor. Moskova Devlet
Üniversitesi'ndeki bilim adamlarını tahıl çeşitlerini araştırmaya iten nedenin
bir ‘kocakarı ilacı’ olduğu belirtilen haberde, Rusların uzun yıllardan bu yana
kurşun zehirlenmelerine karşı yulaf unu kullandığı kaydedildi. Araştırma sonucuna
göre, vücudu ağır metallerden temizleyen tahıllar sırasıyla yulaf, buğday, Hint
buğdayı, pirinç ve darı.
Hava kirliliğine kocakarı tedbirleri
Dünya endüstri devlerinin global ısınmanın kontrol altına
alınması için başlattıkları bilek güreşi Japonya’nın Kyoto kentinde sürüyor. BM
çatısı altındaki bu mücadeleden ABD mi, Avrupa mı galip çıkacak henüz belli
değil. Ancak bir an önce önlem alınmazsa kimin kaybedeği çoktan belli. Oysa her
birey, aşağıdaki ‘kocakarı tedbirlerine’ kulak vererek, gelecek nesillere daha
sağlıklı bir dünya bırakılması için katkıda bulunabilir. Siz de işe evinizde
boşu boşuna yanan lambaları söndürerek başlayabilirsiniz.'
Bu sözler enerjinin ekonomik kullanımı için fikirler üreten
Japon Enerji Enstitüsü'ne ait. Sera etkisi yaratarak dünyanın ısınmasına neden
olan gazlarının dörtte birinden bireylerin sorumlu olduğunu belirten enstitü,
sağlıklı bir dünya için ‘kocakarı tavsiyelerini’ şöyle sıralıyor:
İki dakika sonra geri dönecek olsanız da odadan çıkarken
lambayı söndürün.
Odanızı aşırı ısıtmayın veya soğutmayın. Kaloriferinizin
ısısını iki dereceye aşağıya çektiğinizde, atmosfere 20 kg daha az karbondioksit
karışacaktır.
Buzdolabınızı gereksiz yere açmayın. Buzdolabınızı her
açtığınızda elektrik saatiniz daha hızlı dönmeye başlıyor.
Yakın bir yere giderken, yürümeyi tercih edin.
Dişlerinizi fırçalarken, musluğu kapatın.
Gazete okuyorsanız, televizyonu kapatın.
Tufanda sebze veya meyve yemeyin. Çünkü serada sebze
yetiştirmek için normalden daha fazla enerji gerekiyor. Örneğin yazın
bahçenizde salatalık, güneşten aldığı 996 kilokaloriyle yetişirken, serada beş
misli daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuluyor.
Televizyonunuz ve müziksetiniz kapalıyken üzerinde yanan
kırmızı ışık, elektrik faturanıza yüzde 15'lik bir yük getiriyor. Bu
cihazlarınızı ana düğmeden açıp kapatın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder