Akide Şekeri
Tarihçesi
YENİÇERİLER'DEN GÜNÜMÜZE
19. yüzyıl sonlarında İstanbul ve İzmir'e gelen gezginlerin
ortak gözlemleri arasında, özellikle Müslüman ahalinin sıcak ve demli bir çayın
yanında içi fındık dolu bir akide şekeri yedikleri de yer alıyor. Meraklısı
olarak söyleyebiliriz az lezzet midir bu canım? Akide şekeri dilinizin üstünde
yavaş yavaş erirken ağzınıza aldığınız bir yudum çayın sıcaklığıyla içindeki
fındığa daha hızlı ulaşırsınız. Önce dışı erir ve sona fındık kalır Sakız
Adası'nda antep fıstığı kalıyor ağzınızda erittikten sonra... Mutlu bir son
değil mi?
Şimdi Kapalıçarşı'nın ya da Kemeraltı'nın, eski şehirlerin
arife günü kalabalığını düşünün. 20. yüzyıl başlarına kadar bu çarşıların
tamamında beşer-onar 'akideci' vardı. Kavanozlarda ışıl ışıl parlayan tarçınlı,
fındıklı, susamlı, limonlu, ananaslı, güllü, çilekli, portakallı akide
şekerlerinin renkleri şekerci dükkanlarının vitrinini daha da çekici hale
getirmekte oldukça başarılıydı.
Aslında çarşıya taşınan bu gelenek Yeniçeriler'den kalma.
Padişahlar tahta çıktıklarında düzenlenen 'biat' töreninin bir bölümünden
kalma. 'Akide' kelimesi de; 'biat' gibi bağlılık, yapışma anlamında 'Akit'
deriz ya... Devlet adamlarına sunulan bu şeker Yeniçeriler'in bağlılığını
gösterdiği için 'akide şekeri' olarak anılmaya başlanmış. Aslında düşününce;
içindeki fındığa, üzerindeki susama yapışan şekerin böyle anılması ilginç
değil.
AKİDE MERASİMİ
Akide sözcüğünün kökenine dönelim yeniden İnanç, bağlılık,
birbirinden ayrılmamak, yapışmak anlamındadır. Bir tür sert ve yapışkan şekerin
yetkililere sunuluşu, Yeniçeriler'in devlete bağlılığına kanıt sayıldığından
adına akide şekeri denilmiş o zamanlar. Ulufe divanı günü Yeniçeriler'e üç
aylıkları dağıtılır ve saray avlusunda çorba, zerde ve pilavdan oluşan bir
yemek verilirmiş. Bu tören içinde yer alan 'akide merasimi' ise Kapıkulu
askerlerinin aldıkları aylıktan ve yedikleri yemekten hoşnut kaldıklarını
gösteren basit fakat ilginç bir ara törenmiş. Osmanlı Kanunnameleri'ne göre,
Ulufe Divanı'nın bu aşamasında, Sadrazam ile Divan-ı Hümayun üyeleri ilkin
askerin yemeğinden tadarlar, yemekleri kontrol ederlerdi. Bundan sonra
kendilerine Muhzır ağa, Asesbaşı Ağa ya da Kul Kethüdası tarafından tabaklar
içinde şekerler sunulurdu. Bu, askerlerin bir şikayetlerinin bulunmadığına
kanıttı. Dolayısıyla şeker tabaklarının divana getirilmesi herkesi
rahatlatırdı.
Bu saray ve ocak geleneği nedeniyle, İstanbulluların akide
şekerini, kentte güvenliğin ve huzurun bir simgesi gibi gördükleri
söylenebilir. Yapımı aslında son derece basit olan (eritilip ağdalanmış ve
tartarik asit katılmış sakkaroz) akide şekeri, İstanbul şekercileri tarafından
içerisine tarçın, karanfil, türlü baharat, zararsız boya ve koku maddeleri
katılarak değişik biçimlerde imal ediliyordu. Ancak İmparatorluğun asıl tatlı
merkezi İzmir olduğu için İzmir'den gelen akidenin daha lezzetli olduğuna
inanılırdı. Şekerci esnafı örgütüne bağlı olmaksızın akideyi kaçak yapıp
satanlar da vardı.
İstanbul Ansiklopedisi'nden öğreniyoruz ki, 1640'a ait narh
defterindeki kayıtlardan aktar ve şekercilere verilen narhlar arasında tarçın,
karanfil, anason, amber, gül, kişniş, saray bademi, frengi badem, peynir
şekerlerinin yanında sade akidenin 5 dirhemi için bir akçe, mümessek (kokulu)
akidenin 4 dirhemine bir akçe narh konduğu görülmektedir ki akide değerce,
sayılan diğer şekerler düzeyindeydi. 17. yüzyılda yaygınlaşan mevlit
geleneğinde, müminlerin, Allah'a ve peygambere içten bağlılıklarının göstergesi
olarak kokulu şurup ve şerbetlerin yanında akide şekeri ikram edilmesi de
yerleşti. 19. yüzyılın ortalarına doğru ise ağdanın mermer tezgah üzerinde
çubuk biçimine getirilip, köşeli, yuvarlak beyzi doğranması ile 'Hacıbekir
kesimi' denen akide türü ortaya çıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder